Doğanın kucağında bienal: Commagene LAR Arazi ve Nehir Sanatı
Ruşen Dicle Aytaş
“Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bölgeye Mezopotamya denir. Ayrıca bu bölgede bol miktarda petrol bulunmaktadır. Tarihte birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Mezopotamya’da yer alan şehirler günümüzde sürekli gelişmektedir.” Vikipedi’ye Mezopotamya yazınca bu bilgilere ulaşabiliriz. Peki ya benim için Mezopotamya nedir? Fırat ve Dicle arasında kalan ‘bozkır denizleri’. Sapsarı, kıpkızıl bir yer. Toprağın, güneşin kızılıyla boy ölçüştüğü; göğün mavisinin, Fırat’ın ve Dicle’nin onlara tatlı tatlı ara buluculuk yaptığı… İçine doğduğum hayat; yaşarken, özlerken petrolünün aklıma gelmediği. Çok güvende hissettiğim, hiç güvende hissetmediğim. Ne zaman bir yolculuğa başlasam, akşamüstü dikizden görünen güneşin içime dolacağı anı arzuladığım.
Tam da böyle bir yolculuk sonrasında, küratörlüğünü Nihat Özdal’ın gerçekleştirdiği ve 23 Eylül-23 Aralık 2023 tarihleri arasında Adıyaman’da sergilenen Commagene LAR Arazi ve Nehir Sanatı Bienali’ne (Commagene Land & River Art Bienali) varıyorum. Aslında arazi ve ‘nehir’ sanatına çok yabancı olarak tura başlıyorum. Fakat ilk karşılaşma anında içimde beliren o eşsiz tanıdıklık hissi de ne? El yordamıyla yüzeyini aşındırıyorum, izledikçe adlandırıyorum: ‘Kendiliğindenlik sıcağı’. Bienal, kendiliğindenliğe çok katmanlı olanaklar sunuyor. Eserler, doğanın akışkanlığında, ‘başlangıçla bitiş arasında kalan’ bölgenin de görünür olduğu bir alanda deviniyor. Şu soruyla başlıyorum izlemeye: Doğa bu eserlerin hamisi mi olacak, kanırtacak mı onları?
Cendere Köprüsü’nün ihtişamı, bozkır sıcağı, su serini, vadinin ürkünç kuvveti, Vahap Avşar’ın ‘Barınak’ı. F16 gölgesi. Gölgesinde hep yaşadığımız. Belli belirsiz bir sancı gıcırdatıyor kalbimi; yaşadığımız gölgesinde öyle çok şey. Her neyse. Eseri izleyip metnini henüz okumuşken ‘Barınak’ın yanına bir araba yanaşıyor. İnsanlar, gölgesinde piknik yapıyor. Deneyimin dayanılmaz yanılmazlığı en yalın haliyle karşımda duruyor!
Vahap Avşar; bienal ziyaretçileri tarafından dinlenmek için kullanılabileceği gibi bienal sonrasında insanlar ve diğer canlılar tarafından da kullanılabilecek bir gölgelik alan oluşturmayı amaçlamış eserinde. Proje, 1985 Ağustos’unda sanatçının yürüyerek Nemrut’u ararken kaybolduğu ve coğrafyada geçirdiği beş gün sırasında deneyim ve anılarının sonucunda ortaya çıkmış. İnsanlar bu ilginç gölgeden razı. Eser katmanından razı. F16 gölgesinde bir pikniği izlemenin gerçek dışılığından söz etmeyeceğim, hayır. Çünkü konumlandığım yerden baktıkça bu sahnenin hiç gerçek dışı olmadığını kavrıyorum. F16 gölgesinde insan yaşamı. F16 gölgesinde insan. Yaşam. Barınaklarımız ne kadar güvenli? Bastırıyorum düşüncelerimin sesini.
Bu sıradışı ve tanıdık anın tazeliğiyle Cengiz Tekin’in ‘Road’ eserini izlemek istiyorum. Yok. Eser yok. Nasıl olmaz? Bizim buralarda insanlar çok hikayelidir. Soruyorum: “Abi, burada Cengiz Tekin’in eseri olmalıydı.” “Valla bak orada uçak var” diyor. “O değil abi” diyorum. “Haaa halı mı? Onu su götürdü. Ben dedim şu tarafa ser, su yükselince götürür diye.”…
“Götürsün” demiş Cengiz Tekin. Gülümsüyorum. İçim kıpır kıpır. Cengiz Tekin’in örtülü mizah anlayışıyla doğanın pürüzsüz uyumunun tanığı oluyorum. Baraj kapakları açılınca ‘Road’ sular altında kalıyor ve sürükleniyor. Ulus Baker, ‘Sanat ve Arzu’ konuşmalarında, “Güçlü ne demek? Kendi varoluşunu, içini doldurabilen bir varlık” der. Cengiz Tekin kendiliğindenliğin ayrıcalığına bırakmış eserini: “Bürokrasi, insanların hayatlarına sıkışmış standart prosedürler ve kurallarla doğanın ritmini ve güzelliklerini görmezden gelmesine yol açıyor. Halının deseni, kaotik, temsiliyetçi, bürokratik dünyanın simgesine dönüşüyor” diyerek. Keşke diyorum ‘bürokrasinin’ suda boğuluşunu görebilseydim. Hayal ediyorum: Su taşmıştır, ritmi bozulmuştur önce akışın, boğuşma, boğuşma, sonra salt doğa. Başına gelenler hiç gelmemiş gibi. Ulus hoca şöyle devam etmişti: ” … bir güçsüzlük halinin zarafet duygusuna neden olabildiğini söylediğimde, aslında şunu hatırlatmak istedim: bu gerçek bir güçsüzlük dışavurumu değil. Bir yengeç güçsüz değildir karada. Yine kendi doğasınca o dünyaya davranır.” Road dengesini başka bir zeminde yeniden bulmuş (Bienal mekanlarından biri olan) Ada’da, duydum. Çok taşımlık bir serüvenmiş onunki. Bir metaforun değeri: Road galip veya mağlup değil ama güçlü.
Bienal gezimin çok boyutluluğu zihnimin bütün kıvrımlarında hareketlenmeler yaratıyor. Karakuş Tümülüsü’ne varınca, Kommagene ailesi kadınlarına ait bir anıt mezar olduğunu okuyorum. Sonra Meltem Şahin ve Mert Kocadayı’nın ‘Potnia Theron’ adlı eserine yaklaşıyorum. Artemis’in doğurganlık sembolizminin ötesindeki farklı arketiplerini sunarak modern toplumun Artemis’i öz kimliğinden uzaklaştıran indirgemelerine meydan okuması amaçlanmış; şahane ve delici detaylarla. Kadınlığı melek veya şeytan uzamlarına iliştiren çengeli çıkarıp atmış sanatçılar. Eser, doğuştan olduğu varsayılan ve bu bağlamda görünmez kılınan cinsiyet eşitsizliklerini, tarihsel gerçeklikte kadının güçlü özüne dair metaforlarla alaşağı ediyor. Kadınlara ait bir anıt mezarda, bu direngen duruşun yarattığı esrik bir duygulanım anında Virginia Woolf’un o çok sevdiğim melodik cümlesini sayıklıyorum: “Bir şiir parçasının insanın zihnini ele geçirip bacaklarını yolda onun ritmine uygun şekilde oynatmasına yol açması ne ilginç.”
Tepeden etrafa bakıyorum; ışıklarıyla yolumu aydınlatan, nasıl olmak istiyorlarsa öyle olabilmek uğruna mücadele etmiş bütün kadınları ‘eserin ritmiyle’ ve isimsiz ilahisiyle, hissediyorum.
Bu çok kişisel lirik salınımın ardından Yalda Jamali’nin ‘Yaşam Hatırası’na varıyorum ve Kiarostami’nin bir şiirinden uyarlanması içimi ılıtıyor:
“Baharın başında
evimden çıktım,
yazın ortasında,
ağacın altında uyudum,
ve sonbaharda,
aklım rüzgara kaçtı”
‘Yaşam Hatırası’, zamanın derinliğinin dikey boyutuna dönüşüyor izledikçe. Ova ve ufuk zamanın yatay boyutu artık. Eser, zamana ve yaşama dair doğrusal algıdan bükülüp, döngüsel bir kavrayışa damıtılıyor adeta. Dünler, bugünler, yarınlar ardı ardınca sıralanmıyor. Sınırlar belirsizleşiyor. Katmanlar anlamlarını yitiriyor. Katmanlar anlamlarını buluyor.
Şimdi, buradan, bu tepeden; ovada ‘yaşamak telaşıyla’ gezinen insanları izlerken, mavinin ve sarının çatlaklarından sızan o muhteşem filme uyanıyorum: Kiarostami’nin “Yakın Plan”ına. “Doğaya yakın olmak tüm tasalarınızı alıp götürür. İnsan doğaya yakın olmalıdır. İlham perime neden saklandığını sordum. O da bana ‘asıl saklanan sensin’ dedi. Yüzümüzü örten maskelerin esirleriyiz. Eğer maskemizden kurtulabilirsek, gerçeğin güzelliği bizim olacaktır.” ‘Yaşam Hatırası’nı tam da böyle bir yerden mühürlüyorum anılarıma. Sonra telaşla demin bıraktığım maskelerimi alıp devam ediyorum yola. Kendi sıralı, sınırlı zamanıma.
‘Ruh dünyanın tüm sınırlarını huzursuzca okşuyor’
Nasılsın ve hayatta kalmayla ilişkili “varlıkların” ne durumda?
Diyerek durduruyor Kim Incheol’un ‘Acı Verici Birliktelik’ adlı eseri. Durduruyor ve sarsıyor. Dünyaya dair ‘kesitsel gerçeklik tasvirleri’ sunarak. Eser suni ve doğal malzemelerin kaynaştığı ve bazen de çatıştığı ‘çapraşık bir düzen’ izleği oluşturuyor. Nietzsche’nin işaret ettiği sonsuza kadar yinelenme dünyası mı? Doğanın ebedi döngüsü, ‘Ouroboros’ temsili mi? Bir mutlak ağırlık tasviri mi? Peki bütün bunların arasında en hafifi gerçekten yaşamlarımız mı? Yatıştırıp kendimizi uyumun hafifliğine mı kapılmalı, uyumsuzluğun ağırlığına mı? Derken, Milan Kundera fısıldıyor: “Peki ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?” Bir mengeneye sıkışıyorum. Daralıyor, azalıyor, eksiliyorum. Genişliyor, artıyor, çoğalıyorum.
Bienal, düşle gerçek arasında savrulduğum bir deneysel deneyime dönüşüyor her adımda. Eserler ‘katranlanmış sazdan sepetlere’ konmuşlar, nehre bırakılmışlar ve doğanın kucağına varmışlar adeta. Kendi kendini daima yeniden yaratan ve tüketen bir akışın tam ortasında, korkusuzca duruyorlar. Müthiş bir dinamizm. Tekinsizce: Bir uğur böceğinin okyanustan su içişi gibi. Ruhu yumuşatırcasına: Bir uğur böceğinin okyanustan su içişi gibi. Çatışmalar, uzlaşılar, uzun ve sonsuz yollar, çıkmazlar, başkaldırılar, uyumlar, tarih, şimdi ve zamansızlık. Her şey tükendiğinde sanrıları. Doğa bir yolunu bulur sayıklamaları.
Peki nasılız?